Hayat | Konular | Kitaplık | İcatlar | İletişim

Dengeler Sırtındaki Dünya

Anne karnındaki dokuz aylık seyahatımızı tamamlayıp da dünyaya gözümüzü açtığımızda, kendimizi yine anne karnı gibi sıcak ihtiyaçlarımızın eksiksiz temin edildiği canlı bir yuva içinde buluruz. Yüzyıllar boyunca değişmeyen dinamik bir denge içinde tutulmuş ortalama bir sıcaklık değeri, hoş ve ılıman bir iklim hüküm sürer dünyamızda. Güneş’e daha uzak bir dünyada yaşasaydık, Mars’ta olduğu gibi dondurucu soğuklar, Güneş’e daha yakın mesafedeki dünya ise Venüs’te olduğu gibi yakıcı sıcaklar içinde bulurduk kendimizi. Güneş enerjisinin fazla değil, %10 bile daha az gelmesi, yeryüzündeki ortalama sıcaklığın düşmesine, dolayısıyla yeryüzünün metrelerce kalınlıkta buzul tabakasıyla kaplanmasına yol açardı. Enerjideki az bir artış ise, bütün canlıların kavrularak yok olmasına sebep olurdu.

Dünyamız, Merkür gibi (Dünya’nın % 8’i) küçük veya Jüpiter (Dünya'nın 318 katı) kadar büyük yaratılabilirdi. Daha küçük bir Dünya, daha zayıf bir yer çekiminden dolayı gazlarını uzay boşluğuna kaçıran, dolayısıyla atmosfersiz bir dünya demekti. Daha büyük bir Dünya’da ise, artan yer çekimi sebebiyle zehirli gazlar bile dünyaya bağlı kalacaktı. Üstelik yoğun gaz ve artan gaz basıncı yüzünden hayat imkânsız hâle gelecekti.

Havaya yeterli miktarda serpiştirilmiş karbondioksit ve su buharı molekülleri, yüksek ısı tutma kapasiteleriyle, havayı gündüz, Dünya’yı Güneş’in ışınlarından koruyan bir perde; geceleri ise, sıcaklığı saklayan bir battaniye hâline getirir. Gündüzleri Güneş’ten gelen ışınların bir kısmını emerek bir yandan gündüz sıcaklığın aşırı yükselmesini önlerken, gece olup da, Güneş ışığını çekince, hava molekülleri tarafından emilen ısı, bitki seralarında olduğu gibi korunur ve soğuk uzay boşluğuna bırakılmaz.. Fosil yakıtlarında vuku bulan artış, karbondioksitin binde birlik bile olmayan havadaki oranında artış, ortalama sıcaklığında birkaç derecelik artışına neden oldu. Küresel ısınma ile iklimlerdeki dengenin bozulacağı ihtimali herkesi endişelendiriyor.

Dünyanın kendi çevresindeki takdir edilen dönüş süresinde (24 saat) de Yaratanın hikmetinden şualar, ilminden cilveler buluyoruz.. Eğer geceler daha uzun olsaydı, yeryüzü daha fazla soğuyacak; uzun gündüzlerde ise, yeryüzü daha fazla ısınacaktı. Ekseni etrafında çok yavaş döndüğünden, gece ile gündüz arasındaki ısı farkı 1.000 dereceyi bulan Merkür’ün durumunu hatırlayalım.

Yeryüzünün büyük kısmı toprakla değil (onda yedisi) sularla kaplıdır. Bu sâyede, ne kutupların dondurucu soğuğuna, ne de tropikal bölgelerin kavurucu sıcağına mâruz kalıyoruz. Şöyle ki; gündüz Güneş ışınlarıyla çabuk ısınan kara, topladığı bu ısıyı tıpkı bir radyatör gibi çevreye yayar. Büyük bir su kitlesi olan deniz ise, aldığı milyonlarca Güneş kalorisine rağmen, ancak birkaç derece ısınabilir. Fakat ısındıktan sonra da, kolay kolay soğumaz. Diğer yandan yeryüzünün çoğunluğunun daha çok su ile kaplı olması daha çok buharlaşma ve daha çok yağış demektir. Yeryüzü daha az denizle kaplı olsaydı, buharlaşma da azalacak ve daha az yağış sonucu yeryüzü çölleşecekti.

Güneş ışınlarının tesiriyle ısınan hava, yukarı çıkar, yerine soğuk hava gelir. Böylece yeryüzünde sıcak havanın bulunduğu yerde alçak basınç, soğuk havanın bulunduğu yerde de, yüksek basınç merkezleri denen dinamik hava kaynakları meydana gelir.

Yeryüzü sıcaklığının yaşanabilir bir değerde kalması ve rüzgarların doğması için Dünyanın kendi ekseni etrafında başı eğik (23.27 derece) olması gerekiyordu ve eğildi. Böylece Ekvator ile Kutuplar arasında yaklaşık 100 derecelik ısı farkı meydana geldi. Bu fark rüzgârların doğması için motor görevi yapmaya başladı. Böyle bir ısı farkı, fazla engebesi olmayan bir yeryüzünde gerçekleşseydi, hızı saatte 1.000 km’ye varan fırtınalar karşısında hiçbir şey ayakta kalamazdı. Oysa ki yeryüzü, kuvvetli hava akımlarını bloke edecek engebelerle donatıldı. Bu engebeler; Himalayalar’la başlar, Toroslar’la devam eder, Alpler’e kadar sıradağlar hâlinde uzanarak, batıda Atlas Okyanusu, doğuda Büyük Okyanus’la birleşir.

Yeryüzünde ısıyı dengelemek için başka sistemler de görürüz. Bunlardan birisi okyanus akıntılarıdır. Ekvatorda üretilen fazla ısı; kuzeye ve güneye doğru okyanus akıntıları vasıtasıyla aktarılır. Böylece sıvıların ısı farkı dereceli bir şekilde dengelendi.

Dünyanın aşırı ısınmasını önlemek için bir görev de bulutlara yüklendi. Sıcaklık arttığında su daha fazla buharlaşır, bu da, daha fazla bulut oluşumu demektir. Bulut ne kadar çoksa, Güneş’ten gelen ışınlar ayna gibi geri yansıtılarak yeryüzüne ulaşmaları engellenir.

Atmosfer; kabaca, %77 azot, % 21 oksijen ve %1 nispetinde karbondioksit ve argon gibi diğer gazların karışımından ibarettir. İnsanlar gibi, canlıların büyük çoğunluğu enerji elde etmek için, şekeri yakar ve bunun için de oksijene ihtiyaç duyarlar. Şekerin oksijenle kimyasal dönüşümünde açığa çıkan enerji, adına ATP (adenosin trifosfat) adı verilen enerji paketçiklerine, (minik akücüklere) nakledilir. Canlı bünyelerindeki bütün faaliyetler ATP enerjisi ile mümkün olduğundan, sürekli olarak oksijene ihtiyaç duyar, bu ihtiyacı karşılamak için de solunum yaparız.

Mademki oksijene bu kadar ihtiyacımız var, atmosferde daha yüksek nispette bulunması daha faydalı olmaz mıydı diye düşünebilirdik. Kâinatın programcısı yüce yaratıcımız her şeyi kendi menfaati açısından değerlendiren sınırlı mantığımıza ve bencil hevesimize bırakmadı bizi. Zira, oksijenin o kadar kolay tutuşma özelliği vardır ki; yüzde 21’in üzerindeki her yüzde birlik oksijen artışı, bir yıldırımın orman yangını başlatma ihtimalini %70 artırabilmektedir. Yüzde 25’ten yüksek bir oksijen nispeti ise, şu an kullandığımız nebatî gıdaların büyük bir çoğunluğunun yanıp kül olması demekti. Böyle bir oksijen nispeti durumunda, bütün tropik ormanları ve arktik tundraları yok edecek, dev yangınlardan korunmak mümkün olmayacaktı. Demek ki, atmosferin şu anki oksijen nispeti, bir denge hâlini temsil etmektedir.

Oksijen ve karbondioksitin sürekli kullanılmasına rağmen, havadaki nispetinin sürekli korunması da hârika bir devr-i daim mekanizması sayesindedir ki (biz bozmazsak), bozulmadan devam etmektedir.

Hayvanlar devamlı olarak oksijen tüketirken, kendileri için zehirli olan karbondioksiti havaya salar. Bitkiler ise, bu işlemin tersini gerçekleştirerek, bir taraftan karbondioksiti oksijene çevirirken; diğer yandan da başta şeker olmak üzere gıda maddesi üretir. Her gün milyarlarca ton oksijen bu şekilde üretilerek atmosfere salınır.

Bitkiler de hayvanlarla aynı reaksiyonu gerçekleştirseydi, yani oksijen tüketip havaya karbondioksit verseydi kendimizi kısa sürede yaşanılmaz bir gezegenin içinde bulur; oksijenin hızla tükenmesi ile bir süre sonra canlılar sıra sıra hayat sahnesinden silinmeye başlardı. Bir de hem hayvan hem de bitkilerin oksijen ürettiği bir dünyada yaşadığımızı farz edelim: Atmosfer; kısa sürede öyle yanıcı bir özellik kazanırdı ki, ufak bir kıvılcım bile dev yangınlara yol açabilirdi.

Atmosferdeki diğer gazlar gibi, oksijen miktarının en ideal olan nispette, tehlikenin ve faydanın çok iyi bir biçimde dengelendiği bir rakamda seyretmesi hassas bir plânlamayı göstermiyor mu? Bu hassas dengelerin kendi kendine kurulması mümkün olabilir mi?

Atmosferin solunum için ideal yoğunlukta bulunması da, tesadüfün bu ince tedbire karışamayacağını söyler.

Hayatımızın her ânı, şuurunda olsak da olmasak da nefes alıp vermekle geçer. Sürekli olarak ciğerlerimize havayı çeker ve sonra da aynı havayı geri veririz.

Nefes almaya bu kadar ihtiyaç duymamızın sebebi, vücudumuzda her an gerçekleşen milyarlarca biyo-kimyevî işlemin, oksijen sayesinde gerçekleşiyor olmasıdır.

Şu anda bu yazıyı görmemizde bile, oksijenin rolü vardır. Gözümüzün retina tabakasındaki milyonlarca hücre, oksijenle beslenmektedir. Kanımızdaki oksijen miktarı düşünce, gözümüz kararır. Vücuttaki kasların, bu kasları oluşturan hücrelerin bütünü, karbon bileşiklerini yakarak, yani oksijenle reaksiyona girerek enerji üreten merkezlere sahiptir.

Havayı içimize çektiğimiz anda, akciğerlerimizde bulunan yaklaşık 300 milyon küre şeklindeki küçük kesecik (alveol), yüksek basınçta oksijenle dolar. Bunların duvarlarını kaplayan kılcal damarlar içinde ise; oksijen çok azalmış ve basıncı düşmüş olduğundan, oksijen kılcal damarlar içine geçerek kanımızdaki alyuvarların içindeki hemoglobine bağlanarak taşınır. Önce kalbe sonra da vücudun her tarafına bir hizmet koşusu başlar. Vücudun muhtelif köşelerinden akciğere gelen hizmetçi alyuvarlar; oksijeni akciğerden alıp ihtiyaç sahibi hücrelerin enerji santraline, hücrelerde açığa çıkan atık madde olan karbondioksiti de akciğere taşır. Bu işlemle, içimize çektiğimiz temiz (oksijenli) havayı, dışarıya kirli (karbondioksitli) olarak veririz. Görüldüğü gibi; hem nefes alışımız, hem de nefes verişimiz ayrı ayrı şükrü gerektiren iki hayatî faaliyettir. Karbondioksit çıkarken de işe yaramakta, kelime meyvelerine dönüşmektedir. Diğer taraftan atık durumundaki gaz, yapraklarda şeker ve oksijen olarak canlılara dönmektedir.

Akciğerlerin içindeki odacıkların ve dolayısıyla bu odacıklara giden kanalların dar olmasında da, O’nun hikmetini görmekteyiz. Öyle ki bu kanalların çapı da, havanın yoğunluk ve basıncının rahatlıkla hareket edebileceği değerdedir.

Hava basıncı 1 atmosfere tekabül eder. Bu da parmak ucu kadar yere 1 kilogramlık basınç demektir. Deniz seviyesinde, bir litre havanın yoğunluğu bir gramdır. Görüldüğü gibi, hava, tüy gibi hafifliğine karşı, muazzam bir basınca sahiptir.

Havanın akışkanlığı, suyun elli katı kadardır. Bu değerler, gerçekte hayatımız için çok kritik ve hassas ölçülerdir. Eğer atmosferin yoğunluğu biraz artsa, nefes almak, bir enjektöre bal çekmek gibi zorlaşacaktı. Bu durum karşısında, “O zaman enjektörün iğnesi kalınlaşabilir.” diye düşünmek, yani akciğer kanallarının genişletilmesini düşünmek de mânâsızdır. Çünkü akciğerlerin hava ile temas eden alanı çok küçülecek ve akciğerler vücut için gerekli oksijeni alabilecek yapıdan uzaklaşacaktı. Havanın yoğunluğu veya akışkanlığı biraz daha fazla olsaydı, bu durumda hava direnci büyük oranlara çıkacak ve bir canlıya ihtiyaç duyduğu oksijen miktarını sağlayacak solunum sistemini tasarlamak imkânsız hâle gelecekti.

Hayat için gerekli olan bir çok şartın küçük bir aralıkta gerçekleşmesi—ve atmosferin de bu aralıkta olması—da O’nun hassas tedbirinin eseridir.

Atmosfer basıncı şu anki değerinden fazla değil, beşte bir nispetinde düşük olsaydı ne değişirdi? Buharlaşma ve kaynama açık hava basıncının bir fonksiyonu olarak değiştiğine göre, denizlerdeki buharlaşma nispeti artacak ve atmosferde yüksek miktarlara varacak olan su buharı, Dünya üzerinde sera tesiri yapacaktı. Bu da, Dünya ısısının aşırı derecede yükselmesi demekti. Atmosfer basıncının şu anki değerinden bir kat daha yüksek olması durumunda ise, atmosferin su buharı nispeti öylesine azalacaktı ki, Dünya üzerindeki karaların tamamına yakını çölleşecekti.

Bu kâinat ve içindeki eşya bizlere kendi arzularıyla hizmet etmiyor. İnsan insafla düşünmeli: Bütün eşya bize hizmet etmekle, başıboş olmadığımızı ders vermiyor mu?

Yaratanın her birimize teveccüh eden ilim, kudret ve lütfu ile sanki bir kâinat hükmündeyiz. Başımızdaki Güneş ve Ay parıldarken yahut da ciğerlerimize girip çıkan hava, sanki kâinatta bizden başka yokmuşçasına bize hizmet eder. Keza yürürken, otururken ve yatarken her an vücudumuzun her bir parçasının durumunu beyne bildirmek için koşuşturup duran iyonlar da, bütün o bilgileri Allah’ın izniyle alıp değerlendiren beynimiz de, her an, sanki Âlemlerin Rabbi sadece onunla meşgul oluyormuş gibi O’ndan emir ve kuvvet alır.

Bizi Yaratan, sesler dünyasına karşı kulağımızı açmış, renkler ve ışık dünyasına karşı gözümüzü takmış, kafamıza da öyle bir dimağ, sînemize öyle bir kalb ve ağzımıza öyle bir dil koymuş ki, bu cihaz ve organlarla İlâhî lütûf ve ihsanların bütün hazinelerini tartacak, idrak edecek terazi ve âletleri de yaratmış. Bu dünya yüzünde, kokular, tatlar ve renkler adedince tarifeleri, o âletlere yardımcı olarak vermiş. Sadece atmosfer ve içindekilerin her birisi birer ibret levhası, mânâ sembolü ve hakikat habercisi. İşte İlâhî yardımları önümüze seren bir âyet-i kerime:

“Hem göklerde ve yerde ne varsa, hepsini Kendi tarafından bir lütûf olarak hizmetinize veren de O’dur.” (Câsiye, 13)

Ve âyetin devamında, bu lütûf ve ikramı düşünmemiz tavsiye ediliyor:

“Elbette bunda düşünecek kimseler için ibret vardır.”


Kategoriler

- bilim - teknoloji - insan - icat - uzay - dünya - güneş - fizik - bitki - bilgisayar - internet - yaratılış - bilim adamı - nasa - ay - atmosfer - su - iletişim - evren - gezegen - kanser - enerji - Işık - gen - kara delik - CERN - Yüzyılın deneyi - mucit - Nobel Fizik ödülleri - atom - beyin - deney - tarih - Ana Britannica - DNA - astronomi - oksijen - biyoloji - matematik - İcatlar - elektrik - zaman - telefon - genetik - yildiz - göz - virüs - bakteri - teori - cep telefonu

MollaCami.Com