Hayat | Konular | Kitaplık | İcatlar | İletişim
Gerçek olan sadece zamandır
Ucu bucağı olmayan, içinde sonsuz ufukları, her biri birer mücevher tanesi gibi parıldayan yıldızları barındıran kâinatı hep birlikte dolaşmaya ne dersiniz?
Varsayalım ki, hızlı bir uzay aracına bindik ve yerden saniyede 11 kilometre gibi öylesine bir hızla kalktık ki, bu hızı anlamak ve algılamak bile çok güç! Saniyede 11 km. lik bir hızın önemi şuradan kaynaklanıyor: Eğer bir uzay aracı ya da bir roket bu hızla yerden kalkıyorsa, artık bir daha dünyaya dönmeyecek demektir. Bu öyle yüksek bir hızdır ki, yerçekimi kuvvetinin etkisinden kurtulan araç, dünyanın ve güneş sisteminin de ötesine geçerek, galaksi kümelerinin arasından süzüle süzüle yoluna devam edecektir.
Bu hızla 40 saniyede Ankara-İstanbul uzaklığı biterdi. Bu hızla bir saatten biraz fazla bir zamanda dünya çevresini dolanabilirdik. O kadar hızlı, o kadar hızlıyız ki; ben size geçtiğimiz uzaklıkları 10 misli büyüklükleri ile vereceğim. İlk 10 metrede göreceğimiz sadece evlerin çatılarıdır. 100 metre yukardan oturduğumuz yerin sokağını ve semtin bir bölümünü görür; 1000 metreye geldiğimizde de bazı vahşi kuşlarla selamlaşırız.
Yer yüzünden uzaya fırlatılan bir uzay aracının yerçekimi kuvvetini yenerek bir daha geri dönmemesi için ilk hızının saniyede 11.2 kilometre olması gerekir. Bu hıza insanlık alemi ilk kez ‘sputnik’ adlı bir uzay aracı ile 1958 yılında erişti.
10.000 metrede artık şehirler görülmez, yüksek dağ silsileleri, kıvrım kıvrım akan nehirler, yemyeşil ormanlar göze çarpar. Artık metre birimi yetersiz kaldığından kilometre ölçeğine gerek duyuyoruz. İşte çıktık 100 kilometrelik yüksekliğe.
Artık bu seviyede atmosfer tabakası görülmüyor. Biraz aşağıda, ozon gazının gün geçtikçe azalan kalınlığına rastlıyoruz. Ozon bizi güneşten gelen mor ötesi ışınların tehlikelerinden koruyor. 1000 kilometre yukardan dünyamızın görünüşü ne kadar güzeldir! Kutup bölgelerindeki buz dağlarından yansıyan ışığın, okyanusların azgın dalgalarından akseden koyu lâcivert renklerle karışımı ne kadar uyumludur! 10.000 kilometrede dünyamızın yavaş yavaş batıdan doğuya doğru kendi ekseni etrafında döndüğünü fark edeceksiniz. 100.000 kilometre yukarıda ilk astronot Yuri Gagarin'in gördüğü manzarayı siz de şaşırarak, hatta korkarak seyredeceksiniz. Uzay şimdi bu bölgede artık kapkaranlıktır. Nedeni ise çok açık! Her ne kadar uzakta, çok çok uzakta güneşi görüyorsak ta, onun ışığını ve ısısını fark edemiyoruz. Zira güneş ışınları ancak hava içinden geçerken dağılır ve ortalık aydınlanır. Havasız bir ortamda ses yayılmadığı gibi, ışık ışınları da yayılamaz!
Burada artık gece- gündüz gibi kavramalar da anlamını kaybederler. Yalnız gece gündüz değil; yukarı, aşağı, kuzey güney gibi yönleri de unutmamız gerekir!
Dış ortamın sıcaklığı ise mutlak sıfır olan -273 dereceye çok yakındır. Ay bütün güzelliği ve gülümserliği ile bize göz kırpar. 1.000.000 kilometreye çıktık. Bu ortamda ayı da bir hayli geride bıraktık. Güneş etrafında kendi halinde dolanıp duran gezegenleri görüyoruz. Kimisi nefes nefese hızlı; kimisi de nazlı nazlı yavaşça yörüngelerinde yol alıyorlar.
Yerden şimdi 10.000.000 km. uzaktayız ama, Güneşimize hâlâ ulaşamadık. 100 milyon kilometrede biraz yaklaştık desek te, "güneş rüzgârları" adı verdiğimiz
çok enerjik yüklü parçacıklar önümüzü kesiyorlar! Güneşteki akıl almaz fışkırmaları, girdapları, yakın uzaya korkunç hızlarla püsküren sıcak alevleri gördükçe, doğrusu, içimizi bir korku kaplıyor. 1 milyar kilometre uzakta olmamıza rağmen, hâlâ güneş sisteminin dışına çıkabilmiş değiliz.
Güneşde Saniyede 465 milyon ton hidrojen, 460 milyon ton helyuma dönüşüyor. Bu dönüşümden termonükleer reaksiyonlar denilen enerji açığa çıkıyor. Işık ve ısı böylece oluşuyor. Dünyamız en hassas uzaklıkta bu ısıyı ve ışığı alarak ‘besleniyor’. Tabiî bizler de!
Milyar kilometrelerin de artık yetersiz kaldığı uzayın o uçsuz bucaksız ufuklarında kendimizi yapayalnız hissediyoruz. Hızla yol almamıza rağmen
1 trilyon kilometreye şimdi varıyoruz. Güneşi epeyce arkada bıraktık ama, karşımıza daha yeni güneşler yeni yıldızlar çıkmadı. Güneşe de "yıldız" diyoruz. Işık ve ısıyı kendiliğinden yayanlara yıldız deniyor. Oysa Dünyamızla birlikte Merkür, Venüs, Mars ve Jupiter gibi gezegenler güneşten aldıkları ışığı yansıttıkları için onlara "yıldız" diyemiyoruz. Şimdi 100.000 triyon kilometredeyiz. Burası galaksimizin merkezi olarak kabul edilebilir. Galaksi demek yıldız kümesi demektir. Her nedense yıldızlar da tıpkı insanlar gibi uzayda toplu olarak bulunurlar. Güneşin ve tüm gezegenlerin de içinde yer aldığı bu galaksiye Türkçemizde "Samanyolu" derler. Açık ve berrak bir gecede üstümüzde bir uçtan öbür uca kadar yayılan puslu ve bulanık bir kuşak görürüz. İçinde bizim yıldızımız güneş gibi 200 milyar güneşin yer aldığı bu galaksiyi öyle kolayca terketmek zor görünüyor. Çünkü artık milyar, trilyon kilometreler de anlamını yitiriyorlar.
Gökbilim uzmanları, uzunluk kavramını birbirlerine daha iyi anlatabilmek için "ışık yılı uzaklığı" denilen yeni ve anlaşılabilir bir ölçü birimini geliştirdiler. Işığın da bir hıza sahip olduğu ve bu hızın bir saniyede 300.000 kilometre olduğu gerçeğinden hareket ederek, ışığın bir dakikada, bir saatte, nihayet bir gün ve 365 günde kat'edeceği mesafeye bir ışık yılı uzaklık adını verdiler. Bu tanımlama ile işler biraz kolaylaşır gibi oldu.
Güneşten sonra dünyamıza en yakın bir yıldız (güneş) vardır. Bu yıldıza astronomi bilginleri "Alfa Centauri" ismini veririler. Sadece güney yarıküreden görülen bu yıldızın ışığı bize tam 4.5 yılda gelir! Bu tarife göre, en yakın yıldızın bizden uzaklığı 4.5 ışık yılıdır. Bu uzaklığı zihnimize yerleştirmek için Alfa Centauri'den 4.5 yıl önce çıkan ışınların "şimdi" bize ulaştığını idrak etmemiz yeter! Veya başka bir anlatımla, bu uzak yıldızda bulunan bir gözlemci "şimdi" dünyaya baksaydı, bizim 4.5 yıl önceki halimizi görmüş olacaktı.
Uzay yolculuğumuz devam ediyor. Bizden 500 yıl ışık yılı ötede, 1500 ışık yılı ötedeki yıldızların birer birer yanlarından geçiyoruz. Ancak o ünlü deyişle "Ömür bitiyor ama, yol bir türlü bitmiyor!" Eğer uzun çok uzun bir ömrümüz olsaydı, 1.000.000 ışık yılı ötedeki yıldız adacıklarını da görüp, ıssız ve karanlık uzayda sessizce yolumuza devam ediyor olacaktık!
İşte nihayet bize de en yakın olan bir galaksi göründü. Bu galaksiye "Andromedea"" adını veriyorlar. Bize en yakın olmasına rağmen, onun uzaklığı tam 2.5 milyon ışık yılı mesafede.
İnanır mısınız, artık milyon ışık yılı uzaklıklar da yeterli olmuyor! Milyar ışık yılı uzaklık birimine geçiyoruz. Geçmesine geçiyoruz ama, uzayın bir türlü sınırlarına varamıyoruz. Burada aklımıza şu ilginç fikir geliyor: Uzayda ne kadar uzağa gidersek, zamanda da o kadar geriye gidiyoruz demektir. Bu son derecede açık ve anlaşılabilir bir sonuç. Çünkü nasıl güneşin ışığı bize 8 dakikada geliyor ve güneş bizden "şimdi" 8 ışık dakikası uzakta görünüyorsa; bu, güneşle dünya arasında 8 dakikalık bir zaman farkının mevcudiyetine işaret ediyor demektir. Yani güneş, "şimdi " sönse, biz onu 8 dakika daha görmüş olacağız! Alfa Centauri de "şu an sönmüş" olsa, biz onu 4.5 yıl daha ışıl ışıl parıldadığını izleyeceğiz demektir. Benzer misal Andromedea için de geçerlidir. Bu galaktik sisteme şimdi baktığımız zaman onun 2.5 milyon yıl önceki durumunu görüyoruz demektir. Bir başka anlatımla, bir yıldız kümesi bizden ne kadar uzaksa, bizim zamanımızdan da o kadar "geride" demektir.
Bu galaksi (yıldız adası) bizden 2.5 milyon ışık yılı uzaklıktadır. Bu gerçeğin anlamı şudur: Biz onu ‘şimdi’ gördüğümüz zaman, aslında galaksiden çıkan ışınlar, zamanımızdan 2.5 milyon yıl ‘ÖNCE’ yola çıkmışlardı. Zamanda böylece ‘geriye’ gittik!!
Uzatmadan hatırlatalım. Bizden 10 milyar hatta 12, 13 ve 14 milyar ışık yılı ötede ve ismine "kuasar" denilen çok enerjik yıldızların (veya yıldız gibi şeylerin) varlığını anlıyoruz. Oralara artık teleskoplarımız ulaşamıyor! Optik sistemlerle değil, radyo sistemleri ile onların varlığını kabul ediyoruz.
Çok derin, çok uzak, çok ahenkli, çok çok... anlamlı bir evrenle karşı karşıya bulunuyoruz!
Biraz önce bizden 500 ışık yılı uzaktaki yıldızların varlığından söz etmiştik. O uzaklıktaki bir yıldızda bir gözlemci olsa ve aletlerini dünyamıza, hatta İstanbul'a çevirse, acaba kimi görürdü?
Cevap, evrenimizin özellikleri ile tam olarak bağdaşan ve fakat akılları karıştıran şaşırtıcı bir gerçekle örtüşür: Gözlemci, Fatih Sultan Mehmet'in İstanbul surlarına doğru atını sürdüğünü görecekti. Bu görüntü bir hayal, video filmi veya fotoğraf değil, kelimenin tam anlamıyla "gerçek" olurdu!
Hepsi iyi hoş ta, biz Fatih'i ölmüş biliyorduk!
Demek ki, ölüm ve ya diri olmak, sadece bir zaman farkının izafi görüntüsünden başka bir şey değildir!
Bu gerçeğe göre soracağım sorunun cevabını artık siz vereceksiniz, ben izninizle aradan çıkıyorum:
Bizden 1450 ışık yılı ötede bir yıldız olsa, oradaki bir meraklı gözlemci, Arabistan yarımadasına çevirdiği teleskobu ile “gerçek” olarak kimi görürdü dersiniz